DOLAR

38,2552$% 0.34

EURO

43,8333% 0.15

STERLİN

51,0885£% 0.12

GRAM ALTIN

4.075,24%0,33

ÇEYREK ALTIN

6.682,00%0,64

BİTCOİN

3207911฿%-1.26019

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul PARÇALI AZ BULUTLU 13°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Osmanlı’da Ve Türkiye’de Yerel Yönetimler

Osmanlı’da Ve Türkiye’de Yerel Yönetimler

Max WEBER 20. yy başlarında genel bir kent tanımı yaparak kentin özelliklerini sıralamıştır. Buna göre nüfusun büyüklüğü ve yoğunluğu, bir pazar merkezi olarak ekonomik işlevi, bir kale ve yönetim merkezi olarak siyasal-yönetsel işlev gibi pek çok özellikle beraber kentte ikamet edenlerin kendilerine ait ortak bir kimliğe sahip otonom bir topluluk olarak tanımlamaktadır. Weber’e göre kent, ekonomik anlamda “halkının tarımdan ziyade ticaretle uğraşan”, siyasi anlamda ise “özerkliğe sahip” bir özelliği bulunmaktadır.

Weber bu tanımlama ile hem İslam hem de Avrupa dışı tüm kentsel yaşamları reddetmiş bir nevi yok saymıştır. Bunu yaparken de söz konusu kentlerin Avrupa kentleriyle zıtlık içinde belirgin kültür geleneğine sahip olmamakla eleştirmiştir. Bunda da kendisine dayanak olarak ortak bir sivil çıkar etrafında birleşemeyen ve sürekli rekabet halinde olan aşiret ve kabileleri gösterir ki Weber’e göre bu durum İslam’ın doğasının bir yansımasıdır. Yine Weber, kentsel kimliğin bir evrim ile oluştuğunu iddia edip bunun da sadece Hristiyan Avrupa’da anlamlı hale gelebileceğini söylemektedir.

Weber’e göre yerel yönetimler de Batı Avrupa’da toplum tarafından “Orta Çağ’da devlete, sonraki yüzyıllarda feodalizme, burjuvaya, krallıklara ve güçlü monarşilere rağmen gelişip son olarak da bu evrim sonucu elde ettiği kazanımlarla çağdaş dönemde devletlerin kurucu karakteri olarak ortaya çıkmıştır”. Ama Batı Avrupa dışında kalan dünyada böyle bir gelişmeyi görmek mümkün değildir. Yani kısaca yerel yönetim kurumu Batı’da toplumun ürünü iken Doğu’da devletin ürünüdür.

Bu liberal yaklaşımın en büyük hatalarından biri de burada ortaya çıkmaktadır. B. A. GÜLER’in ifadesi ile “evrensellik atfedilen yerel yönetim kurumunun dünyanın bir yerinde devlete rağmen ortaya çıktığı söylenirken, dünyanın bir başka yerinde devlet tarafından kurulduğu nasıl savunulabilir?”

Hatta bundan da önemli olarak yine GÜLER’in ifade ettiği bir başka hata “tarihsel gelişmeyi sürekli kesintisiz-evrimci ve tek çizgi üzerinde bir ilerleme hareketi olarak yorumlayan anlayış, yerel yönetimlerin 16. yüzyıldan başlayarak yerleştikleri gerici konum atlanmakta ve yalnızca bu küçük ihmalin bir sonucu olarak, merkezileşmiş devlet gücünün kurumsallaşma süreci adım adım gerçek dışı bir modele oturtulmaktadır.”

A. DAVUTOĞLU ise, WEBER’in söz konusu çıkarımındaki üç metodolojik hatayı şöyle sıralamaktadır: özne – nesne problematiği, zaman idraki problemi ve mukayeseli yöntem sorunu. Bununla birlikte DAVUTOĞLU’na göre, “WEBER’in şehir örgütlenmesi bağlamında İslamiyet ve Hristiyanlığın etkileri konusunda yaptığı karşılaştırmalar büyük genellemelerden kaynaklanan tek yanlı sonuçlara dayanmaktadır.”

WEBER’in “İslam Kenti” modeline karşı tepki geliştirilmesini engelleyen nedenlerin başında 20.yy başlarındaki bilgi kıtlığı idi. Bu yüzden dönemin araştırmacılarının ilk ürünleri,

Arap şehirlerinin mimari gelişmeleri üzerinden İslam Kentini keşfetmeye yönelik oldu. Edward SAİD’in şarkiyatçılığa yönelik eleştirilerinin etkisi ile birçok yazar İslami kentler üzerinde yoğunlaştılar.

Bu çalışmaların birinde Ira LAPİDUS mahalle bazındaki dağınık yapının Müslüman kentlerinin tamamen dışarıdan gelen ve dayatılan bir bürokrasi tarafından idare edilmediğini ve yerli bir ileri gelenler sınıfını tarif eder. Kentteki sivillerin çıkarlarını dillendiren bu sınıf ulema ve tüccarlardan oluşmaktaydı. HOURANİ ise ayan olarak tanımladığı yerel ileri gelenlerin oluşturduğu şeçkinler sınıfı üzerinde durmaktadır.

WEBER’in İslam kentinde olmadığını iddia ettiği hemşerilik ruhunun ürünü olarak Osmanlı-Arap kentlerindeki biyografi denemeleri, vakayinameler ve kadı sicilleri de bu araştırmalara önemli kaynaklar olmuştur.

Antonie ABDEL-NOUR kadı sicillerini incelemekle birlikte kentleri bitişik hinterlantlarıyla birbirine bağlamaya çalışır. Böylece İslam kentini, etrafındaki doğal ve insani kaynakları tanzim eden ve çekip çeviren kültürel bir metropol oluşturma anlamında çağdaşı Avrupa kentlerinden farklı bir yere koymaz.

Osmanlı Anadolu’sundaki kent çalışmalarına da tapu-tahrir defterleri kaynaklık etmiştir. Bu belgeler ışığında Anadolu şehirlerinin demografik, sosyal ve ekonomik özellikleri hakkında bilgi edinilmiştir. Kadı ve hükümet kayıtları sayesinde de pek çok Anadolu şehrinin ekonomisi üzerine çalışmalar yapılmıştır.

Bu çalışmaları sonucu olarak denebilir ki Osmanlı, liberalizmin atfettiği despotizmden uzakta ademimerkeziyetçi bir siyasi düzen kurmuştur. “Her toplumun kendi mekanını yarattığı” tezi ışığında bakıldığında Osmanlıdaki kent yapıları karşımıza vakıf, lonca ve mahalleden oluşan üçlü bir yapı çıkmaktadır. A. ALADA, Osmanlı Devleti’nde beledî hizmetlerin bu üçlü yapı tarafından yerine getirildiğini savunmaktadır.

A.AKGÜNDÜZ ise İslam Devletlerinde ve Osmanlı’da belediye başkanlığı makamının yer aldığını, beledî hizmetlerin ağırlıklı olarak ihtisaplar aracılığı ile yerine getirildiğini dile getirmektedir. Hatta ve hatta Osmanlı Arşivleri’ndeki tarihi belgeleri dayanak göstererek ilk belediye kanununun 1502 yılında hayata geçirildiğini belirtmektedir. Bu belge içeriği itibariyle ilk çevre koruma kanunu, ilk hayvan hakları kanunu, ilk tüketici hakları kanunu, ilk gıda maddeleri kanunu ve ilk standartlar kanunu olarak da değerlendirmek mümkündür.

Bunlardan birincisi vakıflar, mahallenin mali gücünü oluştururken sosyal dayanışmanın ve ortak bir kimlik oluşturmanın da merkezi konumunda yer alıyor. Ferdiyet üzerine kurulu olan ve Osmanlı şehir yaşamını düzenleyici işlerin büyük bir kısmını yerine getiren bu kurumlardır. O. N. ERGİN’in ifadesiyle “belediye sistemi baştan başa vakıf usulü ile idareden ibarettir.” Hem dini inanış hem de örfi gelenek neticesinde geliştirilen bu kurumlar vasıtasıyla meydana getirilen imaretler ve diğer eserler şehrin toplumsal gereksinimlerini karşılamıştır. Bu anlamda Fatih imareti vakıfların üstlendiği beledi hizmetlere en güzel örnek olarak dikkat çekmektedir.

İkinci kurum olan esnaf loncalarının ve ahi zaviyelerinin ise bir yönüyle günümüze kadar uzanan iktisadi boyutuyla mahalle ölçeğindeki etkinliği görmezden gelinemez. Ahilerin

özellikle manevi bir şahsiyete dayalı olarak elde ettikleri yerel gücün yanında şehrin ekonomisinde etkili olan çevrelerin de temsilciliğini yapmaktadır. Bu temsilcilik beraberinde şehir yönetiminde bir takım beledi hizmetleri yerine getirmeyi de mecbur kılar. Esnaf loncaları ise getirdiği düzenlemelerle bir çeşit şehir plancılığı görevini ifa ediyorlardı. Esnafın sanatını çarşıda icraya zorunlu tutulması, çevre sağlığını etkileyeceği düşünülen üretim işlerinin şehrin dışında yapılmaya zorlanması loncaların yetkisindeydi. Yine loncalar oluşturdukları ortak para fonu ile çarşının temizlik işlerini yerine getirdikleri gibi toplumsal ihtiyaçların karşılandığı çeşitli beledi faaliyetlere de katkıda bulunuyorlardı.

Üçüncü yapı olarak mahalle ise yine O. N. ERGİN’in ifadesiyle “eski Osmanlı idaresinde mülki, beledi ve adli teşkilatın ilk basamağı” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir ilk alt kademe yerel yönetim birimi olarak adlandırabileceğimiz mahalleler herhangi bir yasal konuma sahip olmasalar da mahalli ortak ihtiyaçların karşılanması anlamında güçlü bir toplumsal kurum olduğunu ifade edebiliriz.

Batı Avrupa’da monarşik siyasal iktidarlar 15. ve 17.yüzyıllarda bireysel ve yerel ayrıcalıklar sistemini ortadan kaldırmak üzere büyük reform projeleri oluştursa da bunları hayata geçirme başarısı gösterememiştir.

Doğuda 18-19 yüzyılda Osmanlı ve Çarlık Rusyası’nda, Batı Avrupa’daki gibi büyük yönetsel reform girişimleri olmuştur. Doğu Monarşileri de aynı az önce belirttiğimiz Batı Monarşileri gibi devlet gücünün merkezileşme sürecini tamamlamak istemiş ve bunun için de bireysel ayrıcalık sitemini kaldırmaya çalışmıştır.

1789 Fransız Devrimi ve 1832 İngiltere’deki Reform ile Orta Çağ yerel örgütlenmesi “yukarıdan aşağıya” tasfiye edilerek kapitalist devletin yerel yönetim örgütlenmesi çağdaş bir biçime kavuşmuştur. Oysa en başta zikredilen görüş yukardan aşağıya hareketin Doğu kültürüne ait bir özellik olduğunu vaz etmekteydi.

Yine hemen hemen aynı dönemde benzer bir şekilde Osmanlı’da da yapısal değişiklikler yaşanmıştır. 1856 Islahat Fermanı mahalli idare kuruluşlarının gelişmesinde etkin bir rol oynamıştır. Ferman ile taşra idaresinde, mahalli meclis ve kurullarda azınlıkların hak ve statüleri sağlamlaştırılmış ve bazı yeni haklar verilmiştir.

Eyalet ve livalarda hem Müslüman hem de gayrimüslimlerden oluşan karma meclisler kurulmuş, Meclis-i Valâ’da da her cemaatin ruhani reislerinin bulundurulması kararlaştırılmıştır. 1861 Lübnan Nizamnamesi Lübnan’daki karışıklık üzerine büyük devletlerin baskısı sonucu ortaya çıkmış olup Osmanlı İmparatorluğunun eyalet idaresinde, mahalli halkın idareye katılışının ilk somut örneği olmakla beraber sonraki düzenlemelere de örnek teşkil etmiştir.

Lübnan Nizamnamesi ile birlikte bir yandan Suriye’de ve Niş’te karışıklık ve ayaklanma olayları baş göstermesi, diğer yandan da hiyerarşi karmaşası, seçimlerde yaşanan yolsuzluklar ve mahkemelerde meydana gelen haksızlıklar Osmanlı Devlet adamlarını taşra idaresi üzerinde reform yapmaya mecbur bırakmıştır. Bunun sonucu olarak da bir Vilayetler Nizamnamesi hazırlanmıştır.

Burada Niş Valisi Midhat Paşa önemli bir aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Midhat Paşa, vilayetin ekonomisini düzenlemekte önemli rol oynayan Memleket Sandıklarını kurup komün bankacılığın bizdeki ilk örneğini ortaya koymuştur. İflasın eşiğindeki Avarız Sandıklarını, kendi vilayetinde geliştirip kredi kurumu haline getirmiştir. Bir vapur şirketi kurup Tuna Nehrinde ulaşım işine girdi. Hükümet yardımı olmaksızın ıslahhane, hastane, sanat okulu ve fabrikalar kurdu. Ve bütün bunları mahalli kurumların sermayesi, ahalinin nakdi ve bedeni yardımlarıyla gerçekleştirdi. Ticaret ve küçük sanayi gelişip devletin geliri arttı.

Midhat Paşanın, üç buçuk yıl gibi kısa bir zaman zarfında göstermiş olduğu bu başarı, dış devletler karışmadan da yeni bir düzenin pekala oluşturulabileceğini göstermekteydi. Osmanlı Devlet adamları Niş’te elde edilen bu başarı üzerine Kürdistan, Manastır, Selanik gibi önemli bazı vilayetlerde de söz konusu nizamname uygulamaya kondu.

Osmanlı Devleti’ndeki taşra idaresinde, vilayet, liva ve kaza idare meclisleri tam anlamıyla bir mahalli idare kuruluşu olarak nitelendiremesek de bir geçiş meydana getirdiklerini kabul etmek gerekir.

İdare meclisleri için yapılan seçim usulü oldukça karmaşıktı. Üstelik seçmek ve seçilmek için belirli bir servete sahip olma şartı katılım hakkı üzerinde kısıtlayıcı bir etkendi. Fakat bu sistem o devirde Avrupa parlamentolarının ve Fransa’dan Rusya’ya kadar bütün mahalli idare kurullarının teşekkülü için yürütülmekte olan genel bir kaideydi.

Fransa’dan taklit edilen Vilayetler Nizamnamesine yapılan en temel eleştiri ondan da daha merkeziyetçi bir eğilim taşıyor olmasıdır. Meclislere ahaliden temsilci girmesine, mahalli bir demokrasiyi gerçekleştirmekten çok, merkezin va’z ettiği usul ve prensiplerin daha kolay uygulanmasını sağlamak için taraftardır Osmanlı devlet adamları.

Bu merkeziyetçilik tartışmaları kapsamında B. A. GÜLER’in liberal yaklaşımın içerisine düştüğünü tespit ettiği bir diğer hataya değinmekte fayda var. GÜLER’e göre “merkeziyetçilik/merkezi yönetim ile yerel yönetim kurumu arasında neden karşıtlık vardır? sorusunun açıklamasına hiçbir yazıda rastlanmamaktadır. Merkeziyetçilik ile yerel yönetim kurumu arasında karşıtlık kurgusunun mantıksal ve olgusal açıklaması yoktur.”

SONUÇ

Bütün bir değerlendirmeler ışığında diyebiliriz ki WEBER’in ortaya koyduğu tanım evrensellikten ziyade tarihseldir. Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bazı temel hata/çelişkiler barındırmaktadır.

Osmanlı tarihine “Batı tipi yerel yönetim kurumu” aramak üzere bakıldığında ortaya çıkacak olan sonuç elbette ki boşluk veya bir başka deyişle “tarihsizlik” olacaktır. Bu sadece Osmanlı ve İslam kentleri için bir haksızlığı da ifade etmeyecektir ayrıca. Onlarla beraber ve en az onlar kadar köklü Rus tarihine de ve belki bir yönüyle Pers ve Çin tarihine de haksızlık olacaktır.

Evrensel bir anlayışla konuyu tekrar ele aldığımızda karşımıza 100-150 yıllık bir süreç yerine 600 yıllık büyük bir dönem çıkacaktır. Gerek mimari özellikleri gerek resmi-özel kayıtları ile bu dönem bize önemli birtakım ipuçlarını da barındırmaktadır. A. ALADA, Osmanlı özelinde konuyu ele alındığında üç temel kurumdan bahsetmektedir: Vakıflar, Lonca ve mahalleler.. Bu üç temel yapı bize Osmanlı Devletindeki kısmen özerklik olarak adlandırabileceğimiz yerel yapı hakkında fikir vermektedir. Bu özerklik elbette günümüz

manasından uzaktır ama WEBER’in iddia ettiği kimliksiz İslam Kenti’ne bir nevi cevap niteliğindedir.

Bununla beraber hem batı hem de doğu devletleri hemen hemen aynı dönemlerde bazı reform çalışmalarına başlamıştır. Bu da yerelleşme çalışmasının batıda daha önce kurumsallaşmaya ulaştığı iddiasını çürütmektedir. Fransa’da 1789’da, İngiltere’de 1832’de başlayan süreç Osmanlı Devleti’nde de 1856 Islahat Fermanı ile başlamıştır. Yüzlerce yıllık bir süreç neticesinde kurumsallaştırdığı devlet yapısını dönüştürmede yaşadığı güçlüğün yanı sıra hem eski ekonomik kudretini hem de dış ülke etkilerine karşı egemenliğini kısmen de olsa kaybetmeye başlaması Osmanlı Devleti’nin sağlıklı ve başarılı reformlar gerçekleştirmesini engellemiştir diyebiliriz. Yine de buna rağmen Niş Valisi Midhat Paşa gibi bireysel bazı başarı örnekleri de görmek mümkündür elbette.

Liberal tarih anlayışının ortaya koyduğu tanımın eldeki bilgi ve veriler incelendiğinde bize uymadığı bir gerçektir. Evrensellikten uzak ve tarihin sadece bir kesimi dikkate alınarak dile getirilen bu düşünce tarzı objektif bir değerlendirme olmamaktadır. Evrensellik atfedilen yerel yönetimin sadece batıda tarihsel süreçte evrimleşerek gelişip doğu ve diğer toplumlarda oluşmadığını iddia etmek hakkaniyetli bir yaklaşım değildir. Elbette ki Doğu kültüründe de ve özelde Osmanlı Devleti’nde de bir yerel yönetim söz konusudur. Ama bu yerellik doğaldır ki Batı tipi bir anlayış ve kurumsallığa sahip değildir. Tamamıyla kendi kültürüne ve kendi toplumuna özgü bir şekilde vücut bulmuştur.

0 0 0 0 0 0
YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Şehri Anlarken: Türk Evi

HIZLI YORUM YAP

0 0 0 0 0 0